21 Ocak 2015 Çarşamba

6. SINIF ÖĞRENCİLERİMİZDEN ÇAĞLA ÇAKMAK'IN "ENTELEKTÜEL VATANDAŞ PROGRAMI" DAHİLİNDE YAZDIĞI KOMPOZİSYONU



     6. SINIF ÖĞRENCİLERİMİZDEN ÇAĞLA ÇAKMAK'IN "ENTELEKTÜEL VATANDAŞ PROGRAMI" DAHİLİNDE YAZDIĞI KOMPOZİSYONU  
                                                                   NEREDEN NEREYE

    Aradan yıllar geçti, hayranı olduğum Charlie büyüdü. Ben de onun gibi hayaller kuran bir çocuğum. Benim tek hayalim onu görmek ve onun hayatını öğrenmekti. Bir de onun yaşadığı zorluklardan sonra bir mucizeyle kuş gibi hafiflemesinin sonucunda kendini nasıl hissettiği. Kendimi onun yerine koyuyor, nasıl hissettiğini düşünüyor, bir süre sonra düşüncelerim arasında kaybolup gidiyordum. Ardından bu soruların cevabını bulamayacağımı fark ettim. Ve durdum. Hayatı hakkında az şey biliyordum. Gazeteciler onun özel hayatından bahsetmeyi sevmediğini bu yüzden bilgi alamadıklarını söylüyorlardı. Bunları duyunca aklımdan neden bu sorunun cevabını ben öğrenmiyorum, diye geçirdim. Ama bu asla olmayacaktı. Yine hayallere dalmıştım. Charlie hakkında bildiğim tek şey ailesinin onu terk etmiş olmasıydı. Gazeteciler bir süre sonra Charlie’ye bu soruları sormayı bıraktılar. Bir akşam babam işten gelince bizi salona çağırıp önemli bir şey söyleyeceğini söyledi. Babamın gözlerinin içi parlıyordu. Çok merak etmiştik ne söyleyeceğini. Tayinim çıktı diye bağırdı. Tayininin çıktığı yeri duyunca mutluluk gözyaşlarımı tutamadım. Babamın tayini Charlie Bucket’in yaşadığı şehre çıkmıştı. Bu bir mucizeydi. Kim bilir belki orada hayallerime kavuşacaktım. İki hafta sonra oradaydım. Arabayla fabrikanın önünden geçtik. Kocaman bir fabrikaydı. Bahçesi çok yüksek duvarlarla çevrilmiş duvarların üstü dikenli tellerle çevriliydi. Yeni evimize gittik her şey çok güzeldi. Hemen hayallerimi gerçekleştirmek için işe koyuldum. Ama onunla konuşmak zannettiğim kadar kolay olmayacaktı sanırım. Her yolu denemiştim. Kabul etmiyordu. Bende her gün kendimi tanıtan, onu ne kadar çok sevdiğimi ve neyi merak ettiğimi yazan bir mektup yazıp fabrikaya bırakıyordum. Bunu üç hafta boyunca hep yaptım. Sonunda amacıma ulaştım. Charlie’den bana mektup geldi. Cumartesi günü gel, konuşalım  yazıyordu. O günü iple çekiyordum. Sonunda gelmişti! Günlerden cumartesiydi. Sabah erkenden kalkıp koşarak fabrikaya gittim. Oradaki nöbetçiler,  beni her şeyi çikolatadan yapılmış bir odaya götürdüler. Ardından Charlie geldi. Yanıma oturdu. Evet, bugün senin sorularının cevabını vereceğim.  Charlie derin bir nefes aldı ve anlatmaya başladı. Herkes zannediyor ki ben çok mutluyum, dedi. Birden donup kaldım. Charlie ne diyordu? Nasıl yani anlayamamıştım. Konuşmasına devam etti. Para bana uğursuzluk getirdi. Keşke hiç zengin olmasaydım. Keşke o elli peniyi hiç bulmasaydım. O zaman ailem yanımda olurdu. Ağlamaya başladı ve konuşmasına devam etti. Ailem bir süre sonra buradan nefret etti. Joe dedem dışında. Ama ben burayı çok seviyordum.  Oysa ne kadar mutluydum. Onlar benim fabrikayı başkasına devretmemi istediler. Ben kabul etmedim. Onlar beni bırakıp gittiler. Ben onlara hiç anlam veremiyordum. Başımıza bir talih kuşu konmuşken neden elimizin tersiyle itelim bu şansı diye düşünüyordum. Bir tek Joe dedem bu konuda bana destek çıkıyordu. Ailem beni bırakıp gittikten üç yol sonra dedem öldü. Dünya bir kez daha başıma yıkılmıştı. Artık yapayalnızım. Kimsem yok. Bu para, bu şan, bu şöhret bütün uğursuzluğu da beraberinde getirdi dedi. Ben çok şaşkındım. Duyduklarıma inanamıyordum. Bu sırada babam beni almaya gelmişti. 
         O gece sabaha kadar uyuyamadım. Charlie’nin dediklerini düşünüyordum. Nasıl olabilirdi? Ben bunları duymayı hayal etmiyordum. Neler duymak isterken neler duymuştum. Oysa ben onu çok mutlu sanıyordum meğer ne kadar mutsuzluk ve talihsizliklerle dolu bir dünyada yaşıyormuş. Bu duyduklarımdan sonra şu sorunun cevabını çok merak etmeye başladım:’’Hayat bu kadar zalim olmak zorunda mı?’’  


ÇAĞLA ÇAKMAK

14 Ocak 2015 Çarşamba

HOBBİT, "Yüzüklerin Efendisi" serisinin başlangıcıdır. Orta Dünya ilk kez bu kitapta okuyucuların karşısına çıkar. Öğrencilerimiz Orta Dünya'yı, hem bu muazzam kitabı okuyarak hem de görsel bir şölen olan filmi izleyerek keşfetti.







 "SOL AYAĞIM" OTOBİYOGRAFİK BİR BAŞARI ÖYKÜSÜ

AZİM VE İNANÇ
Başarı, bir işte elde edilen yararlı sonuç yani muvaffakiyettir. Başarı; mutluluktur, sevinçtir, neşedir. Başarının sebebi azim ve inançtır. Başarının sırrı çok çalışmaktır.
Mesela biz öğrenciyiz. Bizim amacımız başarılı olmaktır. Başarıyı elde etmek için önce bunu yapabileceğimize inanmalıyız. Başarılı olmak için azimli ve sabırlı olmalıyız. Okulumuza düzenli gelip gitmeliyiz.  Sınıfta öğretmenlerimizi can kulağıyla dinlemeliyiz.  Evde konu tekrarı yapmalıyız. Öğretmenlerimizin verdiği ödevleri eksiksiz yapmalıyız. Bol bol soru çözmeliyiz. Boş vakitlerimizde kitap okumalıyız. Bütün bunları yaparsak başarılı bir öğrenci oluruz.
Christy doğuştan beyin felçli bir çocuktu. Kardeşleri gibi normal değildi, engelliydi. Konuşamıyordu, yürüyemiyordu, kendi başına yemek yiyemiyordu. Aynanın karşısına geçince yamulan ağzını, kıvrılan ellerini görmek istemiyordu. Durumuna çok üzülüyordu. Kardeşleri gibi normal olmak istiyordu. Christy bir gece kardeşleri ödev yaparken Christy sol ayağı ile tebeşiri aldı ve yere bir harfi yazdı. Annesi Christy’nin ne kadar istekli olduğunu görünce ona alfabeyi öğretti. Christy yazdığı kelimelerle hayata bağlandı. Bu olaya ailesi çok sevindi. Christy bir dönemde boya kalemleriyle resim yapmaya başladı. Artık bunlar ona yetmiyordu ve Dr. Collis’in yardımıyla bir merkezde tedaviye başladı. Christy tedavisini ve yaşadıklarını yani otobiyografisini yazmak istiyordu.
İşte Christy böyle zorluklarla büyüdü ama yılmadı. Annesinin desteği ve kendisinin azmi ile inancı onun mutluluğunu ve başarısını kendisini en yükseğe çıkardı.

                                                                                Emre AYKAN

                                                                                6 – İ     713

13 Ocak 2015 Salı

5 Ocak Üzerine...

              YA İSTİKLAL YA ÖLÜM
                Havayı, kızıl-siyah bir buğu kümesi kaplamış, telaşlı çığlıklar etrafta uçuşmaktaydı. O zamanlar Adana yaşlı ve yorgun umutlarının son zerresini soluyordu. Artık pamuklar beyaz değildi. Taze yağmurun saçtığı mutluluk yerini top ve tüfeğin dehşetine bırakmıştı. Halk, tek nefes, tek akıl, tek yürekte buluşmuş, yegane amaca tutunmuştu. Savaşın damakta bıraktığı acı duygular bu satırları işiten her Türk’ün boğazını düğümler. Fakat, Adana bambaşka bir güne uyanmaktaydı.
            Bir çocuk sesine, bir kuş cıvıltısına muhtaçtı herkes. Savaş mutluluğu öldürmüştü. Akacak tek damla bırakmamıştı gözlerde. Yakıp yıkmış, katletmişti. Ölümcül izlerinin çatlaklarından sızan umudu damla damla sindiriyordu rüzgar. Her yere esiyor, saçıyordu umutları.  İnancın ve hürlük tutkusunun çıkardığı kıvılcım gri arşı aydınlattı. İnce alize fısıldıyordu Adana’nın kulağına, ‘’ Ya İstiklal, Ya Ölüm!’’.Halk zincirlerini söküp atmıştı bileklerinden, özgürlük adeta beden bulmuştu güneşle. Gittikçe yükseliyordu asla alçalmamak üzere. Gün zafer günüydü, gün istiklal günü, gün 5 Ocak’tı.
            Geçen her saniye şehrin her karışı esaretten arındı. Yıllardır bir tebessümden mahrum kalmış suratlarda beliren gülümseme, düşmanı ürkütmüştü. Kaçıyorlardı. Bir daha dönmemek üzere gittikçe küçülüyorlardı ufukta. Zafer çığlıkları çınladı, belki de en mutlu sabahtan bile daha sıcaktı o gün. En sağlam, en çıplak ve en doğal haliyle, her toz tanesine kadar, söke söke bizim olanı geri almıştık.
                                                                                                                      

                                                                                                                       DAMLA ATAŞER
                    
ÖĞRENCİLERİMİZ ÖYKÜLERİYLE DE ÇOK BAŞARILI.

            KAHVE VE YAĞMUR
Hava yağmurluydu. Yumuşak sabah güneşinden ıslak akşamın rüzgarına seri bir geçiş yapmıştık. Bulutlar, iliklerini dolduran soğuğa olan öfkelerini toprağa bırakıp, yavaş yavaş ölüyordu. Kin, sinir onları parçalıyor ve en sonunda yok ediyordu. Yıldırımlar… Yağmurun vazgeçilmezleri… Deli gibi korkmuş bir yarasanın düşmanından kaçarken çıkardığı dehşet dolu çığlığı hiç duymamış, ama belki de bunun devasa modelinin toprağa saplanışını işitmiş   olabilirim. Yıldırımın saçtığı ışık etrafı aydınlatırken. Fazla uzağında olmayan bir evin, bir penceresinden kafamı uzatmış gökyüzünün yaşadığı duygu patlamasını seyrediyordum. Gök, hırçın bulutlarını toprağa karşı kışkırtmış, günlerdir süren soğuk savaşı sonlandırmıştı. Yeni açtığı cephelerde damlaları acımasızca saplıyordu zeminin tenine. Fakat toprak tüm bu öfkeden kendini soyutlamış, bir köşeden sessiz, usulca göğün kendini parçalayışını seyrediyordu. Damlalar gökyüzünün soyut kırışıklıkları arasından süzülüp, bir daha aynı yere dönmemek üzere gidiyorlardı. Sonunda bulutlar yavaşladı. Soluklanmak için yatıştılar. Arşın karşısında titreyen, beyaz, pamuk görünümünde zavallı bulutlar savaşın kurbanlarıydı. Hem damarları kinle dolduruluyor, hem de kan kusup parçalanıyorlardı her soğukta. Yeni bir savaş daha bitmiş ve enkaz, bir boşluk bulup yansıyan gökkuşakları ile yok olup gitmişti. Tüm bunları bir kenara bırakacak olursak benim canım kahve istedi. Gecenin doruğunda ve en tatlı rüyaları görüyor olmam gereken zamanın eşiğinde bana uyumamam için yalvaran bir tatlılık belirdi dilimin ucunda. Burnuma olmayan kahvenin köpüğü bulaştı, gıdıkladı. İçindeki dağılmış şekerler dilimi yalayıp boğazıma aktı, içim kokusuyla ısındı. Ne yazık ki büyük heyecanla açtığım kavanozun içinden poşet poşet bitki çayları bağırıyordu. Ada çayı sarısıyla itiyordu beni diğer rafa, başka bir tanesi kokusuyla. Ama en dipten mat ve mahsun bir pembe bana gülümseyişini fark ettirmeyi başarmıştı. Elimi, kahvenin başka bir kavanozda olabilme ihtimalini düşünmeden ona uzattım. Paketin üstünde alıcıyı çekebilmek adına, bitki çayını aşan sloganlar yazılıydı. Tam olarak ne yazdığını hatırlayamıyorum ama herhalde o kadar iticiydi ki bitki çayı satan reyonların önünden geçerken olur da gözüm çarpar ve okurum diye raflara bakmamaya başladım. Örnek: ‘’FİT OLMAK İÇİN BU MARKAYI SEÇİN!’’,’’SAĞLIĞINIZ İÇİN BİZİ İÇİN!’’. Bunları yazabilecek beyinler, bu beyinleri çalıştırabilecek kan, kan için oksijen, oksijen için ağaçlar, bitkiler derken bitki çayları kendini bir kez daha benden soğutmayı başarmıştı. Dolabın kapağını kapattım ve daha korkunç bir şeyle karlılaşabilme ihtimalim yüzünden kavanozları açmak istemedim. Kahve, bitki çaylarının kargaşasında kaybolup gitti. ‘’Bazıları yağmuru hisseder, bazıları ise sadece ıslanır…’’ diye düşündüm sebepsizce. Ben adeta konuşurum yağmurla. Bir iki dakika önce yazdıklarımdan ziyade, yağmur sadece bir hava olayı, gökyüzü ve bulutların köleliğini gerçekten uykulu halime veriyorum. Yağmur güzel bir şey. Kimi zaman aşk, kimi zaman tutku... Gerçeklerin dışavurumu… Farklı bir bakış açısıyla göğün toprağa olan hasretinin sonlanması, damlalarla birbirine karışması. Tüm güzellikler, hayat, var gücüyle insanlığa direnen dünyanın doğallığını koruyabilmek adına yüzeyini kapladığı bir zırh. Ve benim kahve sevgimi her seferinde tetikleyen, kahveyle müthiş bir uyumu olan muazzam bir sembol.
     Kendimde üst kata çıkıp, yatağa uzanacak enerjiyi bulamadım. Bir çarşaf gibi fırlattım kendimi kanepeye. Fakat yastığa yaslanışım ve kanepeden kalkışım bir oldu. Bir yıldırım daha… Ancak bir salyangoz kadar hızlı çıkabildim üst kata. Yeni bir devasa yarasa çığlığı tekrar irkilmemi sağladı. Sıcak yatağımda yerimi alıp, gözlerimi yumdum. Her yıldırımda çıkan sesler uyuyamamam için ziyadesiyle büyük bir sebep hazırlıyordu. Bende, gök gürültülerinin bu duyarsızlıklarına alışabilmek için koyun saymaya benzer bir yöntem geliştirdim. Gözlerim kapalıyken bile odama aydınlatabildiği için, ışığı gördükten, sesi duyduğum ana kadar süre tutmaya karar verdim. Bembeyaz ışıklar odamın her yanını kapladı, ve, bir, iki, üç, dört, beş, altı, devasa bir çığlık kopmuşçasına inletti her yanı. Işıklar! Bir, … ,üç, …, altı ve BAMM! Bir süre sonra yağmur durdu, nihayet uykuma dalacakken… Şaka şaka, battaniyeyi güneşli ve huzurlu bir sabaha uyanmak üzere kafama çektim.



                                                                                                           DAMLA ATAŞER 
  Türkçem Benim Ses Bayrağım                           

                        DİLİ TATMAK
     Hava yağmurluydu. Kül rengi bulutlar gökyüzünü kasıp kavuruyordu. Sanki benim düşüncelerimi, telaşımı ve neşemi andırıyorlardı. Yatak odama geçip, dolabımın en üst rafından  yol arkadaşımı, bavulumu aldım. Dolabımda kalın ne kadar giysi varsa bavuluma doldurdum.  Oranın daha sıcak olduğunu hatırladım ve birkaç kazağımı incelttim. Bavulumu fazla mı doldurmuştum? Altı üstü üç gün kalacaktım. Bu kadar eşyaya ne gerek vardı? Hemen hemen hazırdım. Penye tişörtüm, kot pantolonum ve mavi hırkamda karar kılmıştım. Her şeyin hazır olduğuna emin olduktan sonra bavulumu da alıp havaalanına gidecek taksiye bindim. Havaalanına vardım. Meranom’a gidecek uçağım rötar yapmıştı. Derken sonunda geldi.
     Hava koşullarından dolayı biraz sarsılmış olsam da, rahatsız edici yolculuğum bitmişti. Meranom’a vardığım zaman havadaki kokuyu içime çektim. Çeşit çeşitti. Sadece havaalanında bile buram buram, çarpıcı ve yoğun kokular vardı. Meranom, dünyanın  en kalabalık ülkesidir. Dev bir ülkedir. Bir canlı gibidir, nefes alır verir, tıkanır, bağırır. Meranom’un vatandaşı diye bir şey yoktur. Orada bir hafta yaşasanız, yağmur damlaları okyanusa nasıl karışıyorsa siz de öylesine bütünleşirsiniz  onunla. Ayrılamaz, o bütünlükten ayrışamazsınız, istemezsiniz de zaten! Ben de gelmiştim buraya daha önce, kapılmıştım rüzgarına, şimdiyse yine bırakacaktım kendimi kokularının arasına…
     İş için gelmiştim. Değişik ırklar, diller, kültürler ve geçmişlerin şaşırtıcı bir biçimde  uyum içinde yaşadığı bu ülke hakkında bir makale yazacaktım. Herkes bir bütün olmasına rağmen bir o kadar da ayrıydı. Özellikle dilleri. O kadar farklılardı ki Meranom’un en sakin sokaklarında bile en az beş farklı dil işitebilirsiniz. Gürültüler, gırtlaktan gelen hırıltılar, kibar yumuşak sözcükler derken kendinizi unutursunuz...
     Havaalanından küçük gri bir araba kiraladım. Arabaya atladım ve otelin yolunu tuttum. Trafik karman çormandı. Kalacağım otel havaalanına pek yakın olmasına rağmen otele ancak iki saat sonra varabildim. Bavulumu bir kenara koydum, yorgun bedenimi yatağa attım ve uykuya daldım. Fakat uyumadan önce yarın geçireceğim gün, gideceğim yerler, konuşacağım insanlar geldi aklıma. Farklılıkları onları özel kılan değişik insanlarla iç içe üç gün. Güneşli ve kuşların cıvıldadığı sakin bir günde bile aceleyle koşturan, havayı umursamayan ve hiç umursamamış olan insanlarla...
     Yağmurdan sonra güneşli bir güne gözlerimi açtım. İhtiyacım olan eşyalarımı alıp ilk durağıma, Toroten adlı bir kafeye gitmek için yola koyuldum. Vardığımda sabahın erken saatleriydi . Mavi bir tentenin altındaki küçük bir kafeydi burası. Masaların yanında büyük, değişik renklerde saksılar ve içlerinde sakız çiçekleri vardı. Parlak  günışığı biraz gözlerimi acıtıyordu ama ilerde bana doğru gelen gülümseme gözümden kaçmamıştı. Adı Karum olan bir adam ile buluşacaktım; tam on iki dil biliyordu ve bana bütün birikimini dökeceğine dair söz vermişti. Karşımdaki beyaz sandalyeye oturdu ve elini uzattı.  Sanırım anladığım birkaç dilde ve anlamadığım birkaç dilde merhaba dedi, bense sadece bir tane merhaba. Gülümsedi. Sarışın, renkli gözlü bir adamdı. Gözlükleri çok büyüktü ve kocaman göbeği görmezden gelinemezdi. Elini sıktım. Oturduk ve bana siz Bayan Quara olmalısınız dedi. Başımla onayladım. Sizde Bay Karum'sunuz. Kahkaha attı ve gözlüğünü düzeltti. Ardından dillerinin özelliklerinden bahsetmeye başladı. Hayatını dil öğrenmeye adamış profesyonel bir dilbilimci olduğunu söyledi. Ben de ses kayıt cihazını açmayı unuttuğumu söyleyip konuşmayı baştan alıp alamayacağını sordum. Canı biraz sıkılmışa benziyordu  ama onayladı. Bazı cümlelerinden sonra sizce de öyle değil mi, haksız mıyım, sizi bilmem ama ben böyle düşünüyorum, gibi söz grupları getirip beni konuşmanın daha içinde tutmak istese de benim pek de konuşmaya niyetim yoktu çünkü oldukça sıkıcı bir adamdı. Dil konusundaki başarıları asla göz ardı edilemezdi. Çocukluğundan beri Meranom'da yaşıyor ve değişik ırklar hakkında -özellikle dil- araştırma yapıyormuş. Öğrendiği en büyük şey ise bu kadar insanın arasında kaybolmamasının kendi dilini, özünü en iyi şekilde kavrayabilmiş olmasıymış. Tam kaybolacakken dil onu ellerinden tutup özüne çekiveriyor, kendi benliğini bulmasına yardım ediyormuş. Bu denli değişik dillerle iç içe olmasına rağmen hala ayakta olmasını kendi diline borçluymuş.
     Konuşması akşama kadar sürmüştü. Kahvaltımı, öğle yemeğimi ve akşam yemeğimi o kafede yemiştim. Sonunda vedalaştık, birbirimizi tanıdığımız için mutlu olduğumuzu söyledik. Oldukça klasik, bir farklılığı olmadan, sıradan makalelerde yer  verilebilecek sözleri vardı. Çok süs gerektiriyordu ve eklemelerim zorlama gibi gözükebilirdi. Giderken kafasında küçük şapkayı kaldırdı ve iyi günler Bayan Quara dedi. Bütün bunları bir kenara bıraktıktan sonra otele döndüm ve gözlerimi yumdum...
     Kalın perdelerin güneş ışığını emdiği odada güne gözlerimi ışıksız açışım biraz sıkıntılı uyanmama neden oldu. Kalktığımda fazla karanlıktı, perdeyi açtıktan sonra da fazla aydınlık. Yine Toroten'e benzeyen bir kafeye gittim, burada diğer misafirimle röportaj yapacak ve dil hakkındaki makaleme başka alıntılar ekleyecektim. Bu defa bir bayanla geçecekti günüm. Daha samimi ve kolay bir konuşma olacağına inanıyordum. Buluşmaya oldukça erken gelmiştim, bir çay söyledim ve günün gazetesini okumaya başladım. Dakikalar dakikaları kovalarken sokaklardaki insanlar çoğaldı, çayım ve kalan sayfalar azaldı. Konuğum geç kalmıştı. Sonunda uzaktan koşarak eli kağıtlarla dolu gelen genç bir kız gördüm. Dağılmış kağıtlarını masaya koydu ve aynı şekilde dağılmış saçlarını düzeltti. Dil… dedi saçım gibidir, çok karmaşık, ardından güldü. Etrafa gülücükler saçan neşeli bir hanımefendiydi. Beyaz tenine dökülen kumral saçları ve kahverengi gözleri vardı. Oldukça sevimliydi. Mahcup bir tavırla kusura bakma, oldukça geç kaldım dedi. Önemli olmadığını fakat hemen başlasak çok iyi olacağını söyledim. Gülümseyerek tabi dedi. O zaman ilk olarak ben Pirmaley, sen de... Quara olmalısın. Evet dedim. Bana elindeki kağıtları uzattı. Biraz inceledik, yeni neslin dili ne kadar barbarca kullandığından yakındık. Kendisi de yeni nesilden olmasına rağmen çok bilinçli bir kızdı. O anlattıkça ben dinledim, başlangıçta yalnızca acemi bir kız gibi gözükse de içinde barındırdıkları sınır tanımazdı. Sosyal ağlar sebebiyle gereksinim duyulan kısaltmaların dili katlettiğini günlük hayatta yabancı sözcüklerin dilimizi olumsuz yönde etkilediğine çok değindi. Bir çok arkadaşından bahsetti, yaptıkları kısaltmaları doğru bulduklarını kendisininse bu konuyu çok büyüttüğünü düşündüklerini söyledi. Okulda ''Dilimizi Kurtaralım!'' adlı bir etkinlik düzenleyip okuldaki her öğrenciden sözcük kutusuna her gün yalnızca bir sözcük koymasını istemiş. Bu etkinlik ancak bir hafta sürmüş. Tahminlerinin aksine etkinlik yeteri kadar ilgi görmemiş. Bu duruma üzülmediğini ve hep çabalayacağını söyledi. Daha sonra kağıtlarını toplamaya başladı. Bu konuda benimle röportaj yaptığı için teşekkür ettim ve vedalaştık. Elinde kağıtlarla uzaklaşırken bir anda kalabalığa karıştı ve gözden kayboldu. Bir günün daha sonuna gelmiştim. Bu defa biraz vaktim kalmıştı şehri dolaşmak için. Hesabı ödeyip şehrin sokaklarında dolaşmaya başladım. Sokaklara eski bir görünüm katmak amacıyla döşenen arnavut kaldırımlarının üzerinden geçtim, boğazın kenarında oturup denizi seyrettim, binbir çeşit kokuyu içime çekip şehre bu geceliğine veda ettim...
     Sabah uyandığımda Meranom'da son günüm olduğunu hatırlayıp, çabucak hazırlandım. Bu defa yaşlı bir hanımefendiyle buluşacaktım. Altmış yaşında olan Rufara Fendik adında bir yazarla sohbet edecektim. Kendisini önceden de tanıyordum. Dille ilgili birçok eserini okumuştum, kitaplarından bahsetmek için can atıyordum. Kırmızı pileli şirin bir elbise giydim ve yumuşak günışığının okşadığı çiçek salkımlarının süslediği, deniz kenarında bir kafede Bayan Fendik ile buluşmak için gittim. Kafedeki küçük bir masaya oturdum ve heyecanla beklemeye başladım. Ses kayıt cihazımı açıp heyecanımla ilgili bir şeyler söylemek istedim ama Bayan Fendik hemen gelmişti. Bayan Fendik uzun beyaz saçlarını örmüş uzun yeşil ve ince bir elbise giymişti. Etrafa bakınıyordu, sanırım beni arıyordu. Yanına gidip, Merhaba ben Quara Veince, dedim. Bayan Fendik gülümsedi Quara, ben de Rufara. Güldü. İsimlerimizdeki kafiye ne kadar  şeker değil mi? Hadi şuraya oturalım, dedim. Gösterdiğim yere oturduk. Uzun zamandır bu anı bekliyordum dedim neşeyle. Ah, teşekkür ederim bende çok memnun oldum, dedi. Ben kitapları hakkında konuşmak istiyordum fakat buna izin vermeden dil hakkında konuşmaya başladı. Uzun zamandır biriyle konuşmak için can atıyor gibiydi. Ben de bu heyecanını bölmek istemedim. Ben çok uzun zamandır kitap yazıyorum, dilin zarafeti ve büyüsü benim ses bayrağım, her bir sözcük benim için altın birer anahtardır. Doğru anahtar her kapıyı açar… Günümüzde sosyal medyada yazışırken duygular değişik noktalama işaretlerini birleştirerek ifade ediliyor. Sözcükler yerlerini donuk ve kuru suratlara bırakıyor. Ben basit yüz ifadelerinin, benim binbir zahmetle, aşkla, emekle yazdığım kitapların yerini almasına çok kızıyorum. Dil ülkeyi ülke yapar, halkı halk yapar, marşı marş, sözü öz, vatanı gerçek yapar. Doğruları verir, sözcüklerin ahengini dizer önümüze. Yok olup gitmemesi için tuttuğunda çabalarının işe yaramaması, ellerinden kayıp gitmesinin nasıl bir duygu olduğunu her gün tadıyorum. Ve senin editörün benimle konuştuğunda dinlemen dışında hiç bir karşılık beklemeden geldim. Dil ne karanlık bir deliktir ne anlaşılmaz bir yanı vardır, dil karmaşık değildir dil dildir. Kurtarıcıdır, karanlıkta mum, yoklukta varlıktır, köprüdür, iletişimdir, hayattır, var olmaktır...
     Uzunca konuştuktan sonra ona sonsuz teşekkürlerimi sundum.  Arabasına binip uzaklaşırken bana el salladı. Son günümde makaledeki vuruşu yakalamıştım, ihtiyacım olan şeyi bulmuştum ve eve dönüp makaleyi yazmak için can atıyordum. Akşama kadar Meranom'un sokaklarında dolaştım ve gitmeden önce nefesini içime çektim. Hayata, Meranom'a, var olan ve var eden sözcüklere teşekkür ettim...
                                                                                                                       DAMLA ATAŞER
                                                                                                  ÖZEL ADANA GÜNDOĞDU KOLEJİ

                                                                                                                                                                                                  
                                                                        
 ÖĞRENCİLERİMİZ ''PAL SOKAĞI ÇOCUKLARI'' KİTABININ ''YAZMAKTAN KİM KORKAR'' BASAMAĞINI DA ZEVKLE TAMAMLADI.


                                                                 ARSA

   Arsa onlar için bir vatan, bir oyun alanı ve kelimelerle anlatamayacağımız birçok şey.O çocukların hepsi arsalarının sırlarını korumak ve o yer için ölmeye yemin etmişlerdir.Bir insanın hayatında her zaman olumlu olaylar gerçekleşmez.Onların hayatının da çok düzgün geçtiği söylenemez.Ben bu yazıyı sadece kitabı okumuş biri olarak değil,onlar gibi yaşamak isteyen bir insan olarak yazıyorum.Yine günlerden bir gün (sanırım bütün hikayeler böyle başlıyor)Boka yani ordunun asil,ağırbaşlı,yardımsever,akıllı başkanı herkesi etrafında toplamış bir şeyler konuşuyordu.Tabii yine ben geç kalmıştım.Ben kimi sizce?Tahmin etmek çok zor olmayacaktır.Elbette ki Nemecsek.ardından hemen geldim.Of!Şu hazır ol nasıldı?Sanki karnı çek,omuzlar ileri ve topuklar birleşik.Boka ve Csele yine beni alıcı gözle süzüyordu.Neyse buraları özet geçelim.Tamam burada duralım yani kahramanlıklarıma.Öncelikle Boka’yla gittiğimiz Kızıl Gömleklilerin adasından başlayalım.Kitapta bahsedilen kadar korkmamıştım aslında.Sadece biraz tedirgin olmuştum,o kadar.O asil görev bayrağı geri alma!Ta ta ta tam… Tabii ki yine ben. Depoya girdiğimde yerdeki kumları nasıl görmediysem artık ayağımın izi çıkmış. Suya düştüğüm yerler çok soğuktu. Sanki dünmüş gibi hatırlıyorum;”    SAVAŞ”.Tabii ki  Feri Ats’ı düelloda omzunu yere getirirken çok da zorlanmamıştım(aslında zorlandım).Hayata gözlerimi kapadığım o an çok da acıtmamıştı hayatı bırakmak.hep şunu merak ettim.Acaba Gereb,Slovak’a rüşvet verdiğinde (çocukları kovmak için)o da gerçekten sahte bir mühendis mi getirmişti inandırıcı olsun diye,yoksa gerçek miydi?(Not:bu olayların hepsi ARSA için.)
 ÖĞRENCİLERİMİZ ''PAL SOKAĞI ÇOCUKLARI'' KİTABININ ''YAZMAKTAN KİM KORKAR'' BASAMAĞINI DA ZEVKLE TAMAMLADI.


                                                                 ÖLÜM
    İşte oradaydım. Ailemden  yalnızca birkaç adım uzakta.Gözlerimin dolmasına engel olamamıştım.Onların bir zamanlar burada top,bilye oynamasına engel olamamıştım.Sanki hiç yaşamamışlar gibi.Şimdi ise bir ev değil,binaydı.Apartmandı.Dünya ise zalimdi.Hem bize hayat verip hem de elimizdeki tek ışığı bile kıskanacak kadar da cimriydi.Şimdi nereden bilecektim, Nemecsek’in ayak izleri nerede, Boka’nın liderlik ettiği “kaleler”, Gereb’in onlara ihanet ettiği ama sonradan gruba katılan yer nerede,nasıl bilecektim ki?Nasıl bilecektim dünyanın bana ihanet edeceğini?
    Nemecsek, arsayı vatanı kadar seven ve uğruna ölebileceği ve hatta öldüğü küçük sarışın çocuk. Gerçi hemen hemen hepsi yapabilirdi bu fedakarlığı.Nasıl da seviliyordu arsa!Adeta savaş açılmış,kumlardan top,sopalardan kılıç yapıp savaşmışlardı.Kurallar vardı elbet.İki kişi bir kişiyle savaşmayacak,kimsenin kılına zarar gelmeyecekti.Daha bu yaşta neler planlamışlardı?
     Tabii bir de arsanın yıkılışı var. E malum, orayı sıradan bir arsa sanıyorlardı. Büyükler anlayamazdı.Onlarda bizdeki her şeyi oyun sanan göz yoktu ki.Örneğin sıradan bir halat düşünün.Sıradan normal bir halat.Bizim gözümüzde ise o,bir yılan,bir at,bir atkı,bir saç tutamı,bir oyuncaktır.Peki ya boş parfüm şişeleri?Bizim gözümüzde o deney tüpü,iksir şişesidir.Çubuk kraker ise bizde sigaradır.Biz çocuktuk.Bizdeki o arsa bir vatandır.Erler,subaylar,generaller vardır savaşmayı bekleyen.Biz çocuklar için oyun önemlidir.Bir genç kızın telefonu,bir kadının ruju,bir babanın maçı ve bir annenin bebeği kadar önemlidir.Oyunlarda anneliği kavrarız,bebeğimizi besleriz.Korsan oluruz,bizi hayal gücümüzün sürüklediği yerlere gideriz.Bir bakarsı kediyizdir.Hayalimizde köpeğe dönüşürüz.İşte o arsa da öyleydi.

    Ben bunları mırıldanırken, gözlerimdeki ıslaklığa getirdim elimi.Bağırdım.”Nemecsek!”Pal Sokağı Çocukları ölemezdi.Ölmemeliydi.Bu sadece bir kitap,bir tarih olarak kalamazdı.Kırmızı-yeşil kasketle bayrağımı aldım.Kenara bıraktım usulca korka korka.Heyecandan titreyen ellerim buz kesilmişti.Ben deniz Nehir,Pal Sokağı Çocukları’nın yeni varisi,ilk kız adayı.Pal Sokağı Çocukları’nı yaşatacak kişi!Korkun Kızıl Gömlekliler,biz geri döndük,ölmedik,ölmeyeceğiz!

9 Ocak 2015 Cuma

SONSUZLUĞA UĞURLANIŞININ 25. YILINDA TÜRK ŞİİR VE DÜŞÜNCE DÜNYASININ EN BÜYÜK İSİMLERİNDEN CEMAL SÜREYA'YI SAYGI VE ÖZLEMLE ANIYORUZ.



8 Ocak 2015 Perşembe

MÜNAZARA - NEMECSEK VE ARKADAŞLARI

NEMECSEK VE ARKADAŞLARININ MÜCADELESİNİ KONU EDİNEN MÜNAZARAMIZ İZLENMEYE DEĞER.




          TÜYAP Adana Fuarcılık A.Ş. ve Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliğiyle, Çufaş Çukurova Fuarcılık A.Ş., Adana Valiliği ve Adana Büyükşehir Belediyesi desteği ile düzenlenen Çukurova 8. Kitap Fuarı, 13-18 Ocak 2015 tarihleri arasında TÜYAP Adana Uluslararası Fuar ve Kongre Merkezi’nde kapılarını açmaya hazırlanıyor. 
          Bu yıl 250 yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılımıyla gerçekleştirilecek olan Çukurova Kitap Fuarı’nda panel, söyleşi ve çocuk etkinlikleri gibi 50 kültür etkinliği düzenlenecektir. 6 gün süresince imza günleri ve etkinliklerde yüzlerce yazar, okurlarıyla buluşma fırsatı yakalayacak.
         Çukurova 8. Kitap Fuarı, aralarında Atillâ Dorsay, Gülten Dayıoğlu, Nuri Pakdil, Behiç Ak, İpek Ongun, Can Dündar, Yekta Kopan, Doğan Cüceloğlu, Ataol Behramoğlu, Mavisel Yener, Enver Aysever, İhsan Eliaçık, Ali Kırca, Canan Tan, Hakan Günday, Aytül Akal, Rasim Özdenören, Hikmet Anıl Öztekin, Aslı Tohumcu ve Penguen Çizerleri’nin de bulunduğu pek çok değerli yazarı, şairi ve çizeri konuk ediyor.





6. SINIF ÖĞRENCİLERİMİZİN KİTAP TANITIMI HEYECANLA DEVAM EDİYOR.


5. SINIF ÖĞRENCİLERİMİZİN " VANİLYA KOKULU MEKTUPLAR " ADLI KITABIN MÜNAZARASININ KEYİFLİ ÇALIŞMALARI