Hava yağmurluydu. Kül rengi bulutlar
gökyüzünü kasıp kavuruyordu. Sanki benim düşüncelerimi, telaşımı ve neşemi
andırıyorlardı. Yatak odama geçip, dolabımın en üst rafından yol arkadaşımı, bavulumu aldım. Dolabımda
kalın ne kadar giysi varsa bavuluma doldurdum.
Oranın daha sıcak olduğunu hatırladım ve birkaç kazağımı incelttim.
Bavulumu fazla mı doldurmuştum? Altı üstü üç gün kalacaktım. Bu kadar eşyaya ne
gerek vardı? Hemen hemen hazırdım. Penye tişörtüm, kot pantolonum ve mavi
hırkamda karar kılmıştım. Her şeyin hazır olduğuna emin olduktan sonra bavulumu
da alıp havaalanına gidecek taksiye bindim. Havaalanına vardım. Meranom’a
gidecek uçağım rötar yapmıştı. Derken sonunda geldi.
Hava koşullarından dolayı biraz sarsılmış
olsam da, rahatsız edici yolculuğum bitmişti. Meranom’a vardığım zaman havadaki
kokuyu içime çektim. Çeşit çeşitti. Sadece havaalanında bile buram buram,
çarpıcı ve yoğun kokular vardı. Meranom, dünyanın en kalabalık ülkesidir. Dev bir ülkedir. Bir
canlı gibidir, nefes alır verir, tıkanır, bağırır. Meranom’un vatandaşı diye
bir şey yoktur. Orada bir hafta yaşasanız, yağmur damlaları okyanusa nasıl
karışıyorsa siz de öylesine bütünleşirsiniz
onunla. Ayrılamaz, o bütünlükten ayrışamazsınız, istemezsiniz de zaten!
Ben de gelmiştim buraya daha önce, kapılmıştım rüzgarına, şimdiyse yine
bırakacaktım kendimi kokularının arasına…
İş için gelmiştim. Değişik ırklar, diller,
kültürler ve geçmişlerin şaşırtıcı bir biçimde
uyum içinde yaşadığı bu ülke hakkında bir makale yazacaktım. Herkes bir
bütün olmasına rağmen bir o kadar da ayrıydı. Özellikle dilleri. O kadar
farklılardı ki Meranom’un en sakin sokaklarında bile en az beş farklı dil
işitebilirsiniz. Gürültüler, gırtlaktan gelen hırıltılar, kibar yumuşak
sözcükler derken kendinizi unutursunuz...
Havaalanından küçük gri bir araba
kiraladım. Arabaya atladım ve otelin yolunu tuttum. Trafik karman çormandı.
Kalacağım otel havaalanına pek yakın olmasına rağmen otele ancak iki saat sonra
varabildim. Bavulumu bir kenara koydum, yorgun bedenimi yatağa attım ve uykuya
daldım. Fakat uyumadan önce yarın geçireceğim gün, gideceğim yerler,
konuşacağım insanlar geldi aklıma. Farklılıkları onları özel kılan değişik
insanlarla iç içe üç gün. Güneşli ve kuşların cıvıldadığı sakin bir günde bile
aceleyle koşturan, havayı umursamayan ve hiç umursamamış olan insanlarla...
Yağmurdan sonra güneşli bir güne gözlerimi
açtım. İhtiyacım olan eşyalarımı alıp ilk durağıma, Toroten adlı bir kafeye
gitmek için yola koyuldum. Vardığımda sabahın erken saatleriydi . Mavi bir
tentenin altındaki küçük bir kafeydi burası. Masaların yanında büyük, değişik
renklerde saksılar ve içlerinde sakız çiçekleri vardı. Parlak günışığı biraz gözlerimi acıtıyordu ama
ilerde bana doğru gelen gülümseme gözümden kaçmamıştı. Adı Karum olan bir adam
ile buluşacaktım; tam on iki dil biliyordu ve bana bütün birikimini dökeceğine
dair söz vermişti. Karşımdaki beyaz sandalyeye oturdu ve elini uzattı. Sanırım anladığım birkaç dilde ve anlamadığım
birkaç dilde merhaba dedi, bense sadece bir tane merhaba. Gülümsedi. Sarışın,
renkli gözlü bir adamdı. Gözlükleri çok büyüktü ve kocaman göbeği görmezden
gelinemezdi. Elini sıktım. Oturduk ve bana siz Bayan Quara olmalısınız dedi.
Başımla onayladım. Sizde Bay Karum'sunuz. Kahkaha attı ve gözlüğünü düzeltti.
Ardından dillerinin özelliklerinden bahsetmeye başladı. Hayatını dil öğrenmeye
adamış profesyonel bir dilbilimci olduğunu söyledi. Ben de ses kayıt cihazını
açmayı unuttuğumu söyleyip konuşmayı baştan alıp alamayacağını sordum. Canı
biraz sıkılmışa benziyordu ama onayladı.
Bazı cümlelerinden sonra sizce de öyle değil mi, haksız mıyım, sizi bilmem ama
ben böyle düşünüyorum, gibi söz grupları getirip beni konuşmanın daha içinde tutmak
istese de benim pek de konuşmaya niyetim yoktu çünkü oldukça sıkıcı bir adamdı.
Dil konusundaki başarıları asla göz ardı edilemezdi. Çocukluğundan beri
Meranom'da yaşıyor ve değişik ırklar hakkında -özellikle dil- araştırma
yapıyormuş. Öğrendiği en büyük şey ise bu kadar insanın arasında
kaybolmamasının kendi dilini, özünü en iyi şekilde kavrayabilmiş olmasıymış.
Tam kaybolacakken dil onu ellerinden tutup özüne çekiveriyor, kendi benliğini
bulmasına yardım ediyormuş. Bu denli değişik dillerle iç içe olmasına rağmen
hala ayakta olmasını kendi diline borçluymuş.
Konuşması akşama kadar sürmüştü.
Kahvaltımı, öğle yemeğimi ve akşam yemeğimi o kafede yemiştim. Sonunda
vedalaştık, birbirimizi tanıdığımız için mutlu olduğumuzu söyledik. Oldukça
klasik, bir farklılığı olmadan, sıradan makalelerde yer verilebilecek sözleri vardı. Çok süs
gerektiriyordu ve eklemelerim zorlama gibi gözükebilirdi. Giderken kafasında
küçük şapkayı kaldırdı ve iyi günler Bayan Quara dedi. Bütün bunları bir kenara
bıraktıktan sonra otele döndüm ve gözlerimi yumdum...
Kalın perdelerin güneş ışığını emdiği odada
güne gözlerimi ışıksız açışım biraz sıkıntılı uyanmama neden oldu. Kalktığımda
fazla karanlıktı, perdeyi açtıktan sonra da fazla aydınlık. Yine Toroten'e
benzeyen bir kafeye gittim, burada diğer misafirimle röportaj yapacak ve dil
hakkındaki makaleme başka alıntılar ekleyecektim. Bu defa bir bayanla geçecekti
günüm. Daha samimi ve kolay bir konuşma olacağına inanıyordum. Buluşmaya
oldukça erken gelmiştim, bir çay söyledim ve günün gazetesini okumaya başladım.
Dakikalar dakikaları kovalarken sokaklardaki insanlar çoğaldı, çayım ve kalan
sayfalar azaldı. Konuğum geç kalmıştı. Sonunda uzaktan koşarak eli kağıtlarla
dolu gelen genç bir kız gördüm. Dağılmış kağıtlarını masaya koydu ve aynı
şekilde dağılmış saçlarını düzeltti. Dil… dedi saçım gibidir, çok karmaşık,
ardından güldü. Etrafa gülücükler saçan neşeli bir hanımefendiydi. Beyaz tenine
dökülen kumral saçları ve kahverengi gözleri vardı. Oldukça sevimliydi. Mahcup
bir tavırla kusura bakma, oldukça geç kaldım dedi. Önemli olmadığını fakat
hemen başlasak çok iyi olacağını söyledim. Gülümseyerek tabi dedi. O zaman ilk
olarak ben Pirmaley, sen de... Quara olmalısın. Evet dedim. Bana elindeki
kağıtları uzattı. Biraz inceledik, yeni neslin dili ne kadar barbarca
kullandığından yakındık. Kendisi de yeni nesilden olmasına rağmen çok bilinçli
bir kızdı. O anlattıkça ben dinledim, başlangıçta yalnızca acemi bir kız gibi
gözükse de içinde barındırdıkları sınır tanımazdı. Sosyal ağlar sebebiyle
gereksinim duyulan kısaltmaların dili katlettiğini günlük hayatta yabancı
sözcüklerin dilimizi olumsuz yönde etkilediğine çok değindi. Bir çok
arkadaşından bahsetti, yaptıkları kısaltmaları doğru bulduklarını kendisininse
bu konuyu çok büyüttüğünü düşündüklerini söyledi. Okulda ''Dilimizi
Kurtaralım!'' adlı bir etkinlik düzenleyip okuldaki her öğrenciden sözcük
kutusuna her gün yalnızca bir sözcük koymasını istemiş. Bu etkinlik ancak bir
hafta sürmüş. Tahminlerinin aksine etkinlik yeteri kadar ilgi görmemiş. Bu
duruma üzülmediğini ve hep çabalayacağını söyledi. Daha sonra kağıtlarını
toplamaya başladı. Bu konuda benimle röportaj yaptığı için teşekkür ettim ve
vedalaştık. Elinde kağıtlarla uzaklaşırken bir anda kalabalığa karıştı ve
gözden kayboldu. Bir günün daha sonuna gelmiştim. Bu defa biraz vaktim kalmıştı
şehri dolaşmak için. Hesabı ödeyip şehrin sokaklarında dolaşmaya başladım. Sokaklara
eski bir görünüm katmak amacıyla döşenen arnavut kaldırımlarının üzerinden
geçtim, boğazın kenarında oturup denizi seyrettim, binbir çeşit kokuyu içime
çekip şehre bu geceliğine veda ettim...
Sabah uyandığımda Meranom'da son günüm
olduğunu hatırlayıp, çabucak hazırlandım. Bu defa yaşlı bir hanımefendiyle
buluşacaktım. Altmış yaşında olan Rufara Fendik adında bir yazarla sohbet
edecektim. Kendisini önceden de tanıyordum. Dille ilgili birçok eserini
okumuştum, kitaplarından bahsetmek için can atıyordum. Kırmızı pileli şirin bir
elbise giydim ve yumuşak günışığının okşadığı çiçek salkımlarının süslediği,
deniz kenarında bir kafede Bayan Fendik ile buluşmak için gittim. Kafedeki
küçük bir masaya oturdum ve heyecanla beklemeye başladım. Ses kayıt cihazımı
açıp heyecanımla ilgili bir şeyler söylemek istedim ama Bayan Fendik hemen
gelmişti. Bayan Fendik uzun beyaz saçlarını örmüş uzun yeşil ve ince bir elbise
giymişti. Etrafa bakınıyordu, sanırım beni arıyordu. Yanına gidip, Merhaba ben
Quara Veince, dedim. Bayan Fendik gülümsedi Quara, ben de Rufara. Güldü. İsimlerimizdeki
kafiye ne kadar şeker değil mi? Hadi
şuraya oturalım, dedim. Gösterdiğim yere oturduk. Uzun zamandır bu anı
bekliyordum dedim neşeyle. Ah, teşekkür ederim bende çok memnun oldum, dedi.
Ben kitapları hakkında konuşmak istiyordum fakat buna izin vermeden dil
hakkında konuşmaya başladı. Uzun zamandır biriyle konuşmak için can atıyor
gibiydi. Ben de bu heyecanını bölmek istemedim. Ben çok uzun zamandır kitap yazıyorum,
dilin zarafeti ve büyüsü benim ses bayrağım, her bir sözcük benim için altın
birer anahtardır. Doğru anahtar her kapıyı açar… Günümüzde sosyal medyada
yazışırken duygular değişik noktalama işaretlerini birleştirerek ifade
ediliyor. Sözcükler yerlerini donuk ve kuru suratlara bırakıyor. Ben basit yüz
ifadelerinin, benim binbir zahmetle, aşkla, emekle yazdığım kitapların yerini
almasına çok kızıyorum. Dil ülkeyi ülke yapar, halkı halk yapar, marşı marş,
sözü öz, vatanı gerçek yapar. Doğruları verir, sözcüklerin ahengini dizer
önümüze. Yok olup gitmemesi için tuttuğunda çabalarının işe yaramaması,
ellerinden kayıp gitmesinin nasıl bir duygu olduğunu her gün tadıyorum. Ve
senin editörün benimle konuştuğunda dinlemen dışında hiç bir karşılık
beklemeden geldim. Dil ne karanlık bir deliktir ne anlaşılmaz bir yanı vardır,
dil karmaşık değildir dil dildir. Kurtarıcıdır, karanlıkta mum, yoklukta
varlıktır, köprüdür, iletişimdir, hayattır, var olmaktır...
Uzunca konuştuktan sonra ona sonsuz
teşekkürlerimi sundum. Arabasına binip
uzaklaşırken bana el salladı. Son günümde makaledeki vuruşu yakalamıştım,
ihtiyacım olan şeyi bulmuştum ve eve dönüp makaleyi yazmak için can atıyordum.
Akşama kadar Meranom'un sokaklarında dolaştım ve gitmeden önce nefesini içime çektim.
Hayata, Meranom'a, var olan ve var eden sözcüklere teşekkür ettim...
DAMLA ATAŞER
ÖZEL
ADANA GÜNDOĞDU KOLEJİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder